Bitki Körlüğünden Ekofobiye: Doğayla Bağımız

Son yıllarda "bitki körlüğü" kavramı, doğayla olan bağımızın giderek zayıfladığını gözler önüne seren bir gerçeklik haline geldi. İlk olarak 90'lı yıllarda gündeme gelen ve çevremizdeki bitkileri fark edememe, onları önemsememe anlamına gelen bu terim, modern şehirleşmenin getirdiği sorunları daha da görünür kılıyor. Şehirlerdeki ısı adaları, kavurucu sıcaklar, sel taşkınları gibi aşırı hava olaylarının artışıyla birlikte doğaya olan ilgimizin azalmasının sonuçlarını daha net bir şekilde hissediyoruz.

Aslında hemen yanı başımızda olan doğa ve bitki kümelerinin, yani teknik adıyla "yutak alanlarının" önemini her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Bu yutak alanları, karbon emisyonlarını tutarak iklim değişikliğini hafifletmede hayati bir rol oynuyor. Yutak alanları yalnızca çevresel dengeyi korumakla kalmıyor, aynı zamanda insanların ruhsal ve fiziksel sağlığına da katkı sağlıyor. "Orman ve doğa pedagojisi" üzerine yapılan çalışmalar da doğayla olan bu bağın ne kadar önemli olduğunu bizlere tekrar tekrar hatırlatıyor. Çocuklar, doğayla iç içe büyüdüklerinde, yalnızca doğayı koruma bilinci kazanmıyor, aynı zamanda gelecekte çevresel sorumluluklar alabilecek birer birey haline geliyorlar.

Diğer bir yandan, "temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevrede yaşama hakkı" son yıllarda bir insan hakkı olarak kabul edildi. Bu konuda yapılan çalışmalar, doğayla uyumlu bir yaşamın ne kadar elzem olduğunu her geçen gün daha net gösteriyor. Ancak, doğayla bağımızı kaybettikçe, bu hakka ulaşma çabalarımız da zorlaşıyor. Doğayı anlamayan, ondan korkan ve uzaklaşan bireyler olarak belki de istemeden bir "toplumsal ekofobi"yi besliyoruz. Bu korku, insanların doğadan kaçmasına, ondan uzak durmasına ve doğal çevresini umursamamasına neden oluyor.

Son yıllarda, "doğa yoksulluğu sendromu" kavramı da bu uzaklaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıktı. Özellikle çocuklar, doğayla yeterince vakit geçirememenin getirdiği hem fiziksel hem de zihinsel sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar. Doğayla bağlarını yitiren çocuklar, doğanın iyileştirici gücünden mahrum kalıyor, bu da şehir hayatının olumsuz etkilerini daha derinden hissetmelerine neden oluyor.

Doğayı ve ekosistemi konuşan kişi sayısı arttıkça bu konuların toplumda daha fazla farkındalık oluşturduğunu söylemek mümkün. Ancak, bu artışa rağmen doğayı koruma bilinciyle hareket eden uygulayıcıların sayısının azalıyor olması düşündürücü bir gerçek. Bu durum, ekosistemimizi koruma ve yeniden canlandırma çabalarının daha geniş kitlelere yayılmasını zorlaştırıyor.

Sonuç olarak, bitki körlüğünden ekofobiye, doğa yoksulluğundan insan hakkı olarak çevre hakkına kadar pek çok kavram doğayla olan bağımızın ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Şehirleşmenin hızla arttığı dünyada, doğayla olan ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmek ve bu bağları güçlendirmek, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir gereklilik haline geliyor. Doğaya geri dönmek, hem kendi sağlığımız hem de gezegenimizin geleceği için atılması gereken bir adım olarak önümüzde duruyor.



Yorum Gönder

0 Yorumlar